Bir anne ile oğul arasındaki ilişki ne kadar saf dışı bırakılabilirdi ki, eğer oğlunun onu tanımasına izin verseydi acınası durumdaki Çingene. Ne durumda, nasıl biri olursa olsun onu daima kabullenecek kadar gönlü geniş olacağını hesaba katamamış olmasından mıydı acımasızca kaçışı, yoksa dokuz ay karnında taşıdığı varlığa verecek sevgisi olmadığından mı? Bunun cevabını verebilecek tek kişi, belki de çoktan göçüp gitmiş, ya da izine rastlanmayacak şekilde - ona bir isim bile bahşetmeden- ortadan kaybolmuş kadından başkası olabilir miydi? Onun bile babasını tanıdığını, ya da hatırladığını, düşünmüyordu, bir yuva kurmak gibi hayalleri olduğunu da. Bir kazaydı hayatta oluşu, kazalar zinciriydi bunca yaşanana rağmen onu hayatta tutan, kaza barındırmayan şey belki de sonunu getirebilecek tek şey olurdu, oysa ölürken elinden tutacak bir anne bile olmayacaktı gözlerini sonsuzluğa kapayıp bambaşka bir dünyaya yelken açtığında. Tenine, varoluşunun diplerine işlemiş yalnızlığı, soyadıymış gibi taşıyordu, değiştirmenin ise mahkeme kararı ile bile mümkün olmadığı... Kimi zaman hissettiği sevgi ve dostluk yanılsamaları bir süre yalnız olmadığını düşünmesine neden olmuştu geçen dönem, ne yazık ki etkisinin geçmesi uzun sürmemişti. Ölürken annesinin elinden tutmak isterdi; bunu çok küçükken bir kitapta okumuştu. Hiç annesi olmadığından hafızasına bu denli işlemiş saplantıdan ibaret olmadığını savunacak yüzsüz cesareti nereden bulabilirdi? Bir annesi olmayışı, hayata bir sıfır yenik başladığını gösteriyor olsa da, belki de kendisininkini henüz kaybetmiş biri onun şanslı olduğunu düşünebilirdi. Kaybedecek bir annesi, ailesi, ismi, soyu olmamıştı; budur hayata sıfırdan başlamak! Hiç olmayan iplerinden kurtulmasına dâhi gerek yoktu kaybedebilmek için; hayatının her anında yalnızca kaybediyordu. Doldurmaya yeltendiği kadeh bu kadar derin miydi, yoksa dibi delik olduğundan mı çabaları boşa gidiyordu, kim bilir? İnsanlarla paylaşmak istediği tek bir kelimesi yoktu, insanların duyabileceği tek bir hece… Ölüp gitmek fazlaca bencil karşılanabilirdi; bir kere olsun bencil olmaya ihtiyacı olduğunu anlayabilecek kimse olmadığı gerçeği hesaba katılırsa. Kendini temize çekmek için fazla yorgundu, temize çekilebilmek için fazla tek başına…
Üçüncü sınıf bir sinema filminden farksız hayatının dilsiz başrol oyuncusunu oynuyordu yine. Konuşmadığı kim bilir kaçıncı haftanın sonunda, sesinin tınısını unutmuş, anadilinde bile kelimeleri birleştiremeyecek kadar beceriksizleşmişti. Aklını yitirmemek için tek dayanağı, ona asla daha iyi hissettirmeyen kitaplardı. Ölümü tek kurtuluş olarak görse de, elini tutacak bir annesi olmadığı bahanesine sığınarak örtmeye çalışıyordu korkusunu. Neydi peki hâlâ hayatı yaşanabilecek kadar cazip kılan? Hecate… Tek kelime etmemişlerdi aylardır, belki gönderdiği baykuş postaları eline asla ulaşmamış, belki de yok sayılmışlardı. Kendi gibi saçma bir adamı kim gerçekten isteyebilirdi ki? Acizliğine güldü, sevilebileceğini sandığına güldü; hadi ama, onu annesi bile sevmemişti ki! Dumanlanan gözlerinin haykırışlarına cevap vermektense, yeniden içine döktü gözyaşlarını. Kabul etmesi gerekiyordu artık; hüküm giydiği hayattan beraat etmesi mümkün olmayacaktı. Banyodaki aynanın karşısında yarı çıplak zavallı bedenini izlerken aklından geçenler ancak bu kadar özetlenebilirdi. Boş gününü, sınıf başkanları banyosunda tek başına geçirmek ise yalnızca ondan beklenecek bir davranıştı. Bedenine yapışmış ıslak saçları ya da kirpiklerine kadar inmiş sular rahatsız etmiyordu onu gözlerinde gördüğü yenilgi kadar. Gerçek ile hayalin, insan ile evrenin birleştiği o çizgiden niçin bu kadar uzaktı, ona koşuyor olmasına rağmen? Bunca kâbusun görülmesi bu kadar gerekli miydi? Tavanına ve fayanslarına özenle çizilmiş pek çok resmin bulunduğu, birkaç mumluktaki cılız alevle aydınlanan banyodaki, kimi küçük çiçek desenlerinden oluşan devasa çerçevenin içine oturtulmuş boy aynasında gördüğü başarısızlığa verebileceği tek bir yanıt vardı; vazgeçmek değildi bu aksine, devam etmeliydi. On altı sene buna katlandıysa, sonrası için de gücü bulabileceğine dair inancı gözlerinde tekrar görene dek, masmavi ve derin bakışlarına odaklandı. Daha iyi miydi? Evet. Çaresizliğini ve tüm boyun eğişlerini bir kenara bırakıp isyan etmenin vakti çoktan gelmişti. Daha fazla dolmalıydı, taşmadan önce. Suratına yerleşen gülümseme sahte değildi bu sefer, uzun zamandır ilk kez bir imitasyonun kopyası gibi değil de, olması gerektiği gibi güçlü ve farklı hissediyordu. Şimdi, ona ait olduğu belirtilen külden yeniden doğma zamanıydı; batmak içinse oldukça erken…
Yanında getirdiği kıyafetleri bir çırpıda yarı ıslak bedenine geçirip, kalan son dersine de gitmek için banyoyu terk ettiğinde güçlüydü. Bu gücün yanılsama olmadığını bilmeyecek kadar tanıyordu kendini artık. Doğa Ana’nın onu niçin cevapsız bıraktığını şimdi çok iyi anlıyordu. Şu ana kadar tecrübe ettiği tüm acıları çekmesi gerekliydi; bundan sonra karşısına çıkacaklar da tesadüfler zinciri değildi; asla. Evrenin ruhunu içinde hissederken, yalnızlık ve çaresizliğin yüreğinde bıraktığı soğukluk yavaş yavaş yok olmaktaydı. Hızlı adımlarla, her zamankinden çok daha enerjik ve bambaşka bir Akem olarak girdi dersliğe. Profesör yahut öğrenciler henüz ortada görünmeseler de, satranç tahtasına benzer dekore edilmiş sınıfa göz gezdirirken kendi hayatını gördü. Fazla irdelemeden attığı her adımda yenilişinin cevabı buradaydı işte. Karşısındaki zorlu rakibin gözlerinin içine bakması gerektiğini biliyordu artık; kafasını daha önce kaldırabilmiş olsaydı keşke, hamlelerini bakışlarından sezecek kadar iyi tanıyordu onu. Yüzleşmekten korktuğu şey: kendi hayatı… Daima saçma sapan bahanelere şizofren misali saplanması, aşamadığı ödlekliğindendi yalnızca. Boş sınıfa şöyle bir baktı; boş hayatına baktı gizlice. Önemli olan boş oluşu değil, dolduramadığı yerleri fark etmesi değil miydi? Sınıfın uçsuz bucaksız sessizliğinde yerini alıp, önüne geçemediği heyecanını bastırmaya çalışarak beklemeye koyuldu.
Profesörün heyecanlı açıklamaları içindeki coşkuyu iyiden iyiye tetiklemiş olmasına karşın ilk grupta oluşunun üzerinde yarattığı stres ve rakiplerinin fazlasıyla güçlü oluşu önüne geçmekte zorlandığı bir mide bulantısını beraberinde getirmişti. Hufflepuff için ayrılmış alana doğru kararlı adımlarla yürürken, hissettiği cılız korkuyu çevresinde hissettirmemeye çalışıyordu. Aklındaki tek soru işaretine, hangi hayvana dönüşeceğine, o denli odaklanmıştı ki, çevresinde olup biten her şey başka bir boyuta aitmiş gibi hissediyordu. Düşüncelerine, dolayısıyla düşüncelerini yöneten kişiliğine bağlı bir dönüşüm getirecekti profesörün sözünü ettiği büyü. Bu yüzden düşündüğü tek şey karşısına gelebilecek herhangi bir engelde en iyi hamleyi yapmasına yardımcı olabilecek hayvanın hangisi olduğu idi. Zihninde beliren pek çok seçenek olmasına karşın, hepsini eleyecek bir kusur bulması önüne geçemediği mükemmeliyetçiliğinden kaynaklanıyor olmalıydı. Karambole attığı adımların onu tam da olması gerektiği yere getirdiğini fark ettiğinde duraksayarak asasına sarıldı. Henüz aklında belirli bir şey olmadığından neyle karşılaşacağını bilmemenin karmaşasını duyumsuyordu içinde. Hafif bir bilek hareketiyle birlikte, buyurucu bir tonla söyledi sözleri; “Ciclul Mintal!” Herhangi bir şey hissetmediği iki üç saniye ona yıllar sürmüş gibi gelmiş, büyüyü tekrar denemeye hazırlanıyordu ki kuyruk sokumundaki yanma hissiyle arkasını döndüğünde artık uzunca bir kuyruğa sahip olduğu gerçeği ile karşı karşıya kaldı. Yavaş yavaş tüylenmeye başlayan elleri ve vücudunun, kulaklarından başlayarak tüm suratına, oradan da çelimsiz bedenine yayılan karıncalanma hissinin delireceğini düşünmesine neden olan dönüşüm süresinin bitmesini dilemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Omurgası iyiden iyiye biçim değiştirdiğinden kimi hareketlerinin kısıtlandığını fark etmesi ile bir zamanlar ellerinin olduğu yerdeki patilerinin üzerine düşmesi bir oldu. Kendini göremiyor olsa da, üstünleşen kimi algılarından ve sezilerinden bir vaşağa dönüştüğünü tahmin edebiliyordu. Gözüne çarpan gri beyaz postu ve Avrasya vaşağına göre çok daha büyük olan patileri, Kanada vaşağına dönüşmüş olduğu izlenimini doğrulayan birkaç basit etmendi sadece. Kedigillere ait önsezi yeteneğinin gücü, insan gözünün algılamasının mümkün dâhi olmadığı kimi ışımaları görüşü, olabildiğine hassaslaşan kulakları birkaç saniyeliğine afallamasına neden olsa da, elinden geldiğince çabuk toparlandı. Bu bir çeşit yarışma ise, elinden gelenin en iyisini yapmak düşüyordu ona. Şanslı olduğunu biliyordu; kedigillerden birine dönüşmek ona pek çok artı getirecekti. Aslında, sorgulamasını yeterince derin yapsaydı hangi hayvana dönüşeceğini anlaması pek de zor olmazdı hani; sezgilerinin güçlü olmasını istemişti, psişik kişiliği de göz önüne alındığında, Felis ailesinden herhangi bir canlıya dönüşmesi kaçınılmaz oluyordu.
Sezilerine güvenmemek için ne gibi bir gerekçesi olabilirdi ki? İlk başlarda dört ayağını senkronize etmenin zor olacağını düşünmüşse de, adım atmasıyla bunu içgüdüsel olarak yapabildiğini fark edip rahatladıktan sonra, sezgilerine güvenerek soldaki iki kareyi denemeye karar verdi. Auraları sağdakilere göre daha temiz göründüğündendi belki de bu seçimi yapışının altındaki neden. Ne yazık ki adımını attığında, bir anda kesiliveren ışık, gece görüşü ortalamanın çok üstünde olan vaşak için bile fazlasıyla karanlıktı. Doğru olduğuna inandığı yönde, etraf tekrar aydınlanana dek kararlı bir biçimde ilerledi. Tüm kareler, uzaktan bakıldığında o kadar aynıydılar ki, geri dönüp dönmediğini algılaması pek de mümkün olmuyordu. Kafa karışıklığını bir kenara bırakarak sonraki hamlesini belirlemek için çevresine bakındı. İçindeki sese bir daha güvenerek, bir kare daha sola doğru ilerlemenin, herhangi bir hamleye göre daha yararlı olacağını düşündüğünden aynı yönde ilerleyişini sürdürdü. Soldaki üçüncü kareye adımını attığında, tüm alana sahipmiş hissi veren yüksek oktavlı ses önce sadece rahatsız edici gelse de, bir süre sonra başının dönmesine ve adımlarının kontrolünü yitirmesine sebebiyet vermişti. Nereye gittiğini dâhi kontrol edemezken, sesin etkisi azalmaya başladığında, tekrar kendini sonsuzluğa uzanan sarı karelerin ortasında buluverdi. Gerçekten de, tam olarak nerede olduğunu algılaması bu kadar güçlü sezilerle bile mümkün değilken ne yapabilirdi yani? Eğer, tüm hamleleri başarılı olmuş ise, 5x4’lük dikdörtgenin, uzun kenarının yarısını çoktan kat etmiş olmalıydı. Öyle olduğunu umarak, aynı yönde iki karelik bir hamle daha yapma kararı aldı. İlk iki sefer neredeyse aklını kaybetmesine neden olacak kadar güçlü engellerle karşılaştığından, içinde önünü alamadığı korku dalgasının yayılmaya başladığını hissediyordu. Pes etmemeliydi elbette. Kendine tanıdığı birkaç saniyelik dinlenme süresinin ardından yeniden işe koyuldu. Sonucun ne olacağından çok, bitişini gözleyebilecek kadar gücü kalmıştı şimdiden. Üçüncü hamlesini yaptığında, bu sefer karşılaştığı şeyin kurtlar oluşu diğerlerinden cazip değildi elbette. Her ne kadar vaşağın önsezi, görme ve işitme gibi güdüleri taşıyorsa da savunma güdüsünü almamıştı belli ki. Başarabildiği kadar hızlı koşmaya çalışırken, gitmekte olduğu yolun doğruluğunu sınayamadığından tamamen sezilerine devretmişti bu işi. Kurtlar yetmiyormuş gibi, ayağının altından kaymaya başlayan zemin iyiden iyiye çileden çıkartıyordu durumu. Ulumalar ve hırlamalar geride kaldıktan sonra derin bir nefes alarak son iki hamlesini düşünmeye çalıştı. Eğer hesapladığı yerde ise; hedefe ulaşmak için sağa, yani aşağıya doğru ilerlemesi gerekmekteydi. En azından bir adım giderek şansını denememesi için bir sakınca olmadığını düşünüyordu. Bunca şeyden sonra başına daha ne gelebilirdi ki? İlk kez sorunsuz geçen ya da geçtiğini yanılsadığı, çünkü o fark etmeden kare yön değiştirmiş bile olabilirdi, bir hamlenin verdiği rahatlıkla son hamlesini düşünmek üzere duraksadı. Kaybedecek bir şeyi olduğunu sanmıyordu; yarış umurunda değildi artık. Ne sağlıklı düşünebilecek, ne de hırslanabilecek gücü kalmıştı. Son hamlesini de, aşağıya doğru iki kare ilerleyerek kullanmaya karar verdi.
Adımını attığında hissettiği tek şey yerin ayakları altından kaymaya başlaması olmuş, tüm çabalarına rağmen bundan kurtulmayı başaramamıştı. Sonra, vücudunda hissettiği karıncalanma tekrar dayanılmaz kimi ağrılara ve omuriliğinde kimi değişmelere sebebiyet vermiş, daha ne olduğunu anlayamadan kendini tekrar eski vücudunda ve başlangıç karesinde buluvermişti. Hızlı dönüşümün getirisi olarak üzerinde hissettiği sersemliğin geçmesini beklerken biraz zaman kaybetmişse de, sağlıklı düşünebilmeye tekrar başladığında sakin, belki de biraz umutsuz adımlarla daha önceden beklemekte olduğu köşeye yöneldi. Dersten çıkıp çıkmama konusunda kararsız kalsa da, sonuçlardan çok kişilerin dönüşecekleri yaratıkları merak etmiş olduğundan kalmayı tercih etiğinden hâlâ birer patiymiş gibi garip bir hissiyata sahip ellerini görmemek için kollarını kavuşturarak beklemeye koyuldu. Bu dönemki dersler, geçen dönemkilere göre fazlasıyla heyecan verici olduğundandı belki de yavaş yavaş derslere devam isteğinin artıyor oluşu. Kendiyle birlikte çıkmış olan Slytherin’li rakibine uzaktan, biraz iğneleyici bir bakış attıysa da, Septiel bunu fark etmişe benzemiyordu. Ki, Kraliyet’in sayın kraliçesinin elbette onun gibi bir Çingene’yi kale almasını beklemiyordu bunu yaparken. Suratındaki mutsuz ifadeden anlaşılıyordu tek yarış dışı kalanın Akem olmadığı. Kimseye karşı kin güdebilecek bir yapısı olmadığından sevinç hissetmemesine karşın, üzülecek kadar insanî duygular beslediğini söylese elbette saçma olurdu. Aynı binada bulunmaktan gurur duyduğunu söyleyemeyeceği ve nasıl bir Hufflepuff’lının Kraliyet üyesi olabileceği sorunsalını kafasına sokan Penelope vampire dönüştüğünde şaşkınlığının iyiden iyiye arttığını söyleyebilirdi. Vampir, bir hayvan değildi ki? Belli de profesörün açıklamalarını yanlış anlamıştı Akem, belki de dönüşebilecekleri şeyler hayvanlarla sınırlı değildi.
İnsanî cüssesine tekrar alıştığında kollarını çözerek dağılmış saçlarını eline geçirdiği mor lastik tokayla toplayıverip pencereden dışarıyı izlemeye dalışı, sınıftaki saçma rekabet ortamından sıkılmış olmasındandı belki de. Rekabet, kişiliğine fazla uzak bir kavram olduğundan hiçbir zaman gözünü kör edecek kadar hırsa sahip olmamıştı. Ne ise oydu; bunu ispatlama, ya da birilerini alt etme çabası belki de ilk başta ilginç görünebilse de, mantıklı düşünmeye başladığı anda koskocaman bir saçmalığa dönüşmeye başlıyordu. En iyi, en mükemmel, en güçlü olma gibi bir iddiası hiçbir zaman olmamış, bununla ise her zaman övünmüştü. Aşması gereken tek kişi kendisiydi; her hamlesini birilerinden daha iyi olmak için değil, daha fazla kendisi olabilmek için atmalıydı. Bu görüşüydü aslında hayatının her alanında onu biraz daha aşağıya çeken, geride durmasına sebep veren. Daima kendi içinde, kendi kişiliği, düşünceleri ve davranışları ile verdiği savaşımdı onun diğerleri gibi içten kahkahalar atmaktan ve bir kez olsun mutluyum demekten alıkoyan. Yine de şikâyetçi olduğunu söylemesi fazla kıymet bilmezlik olabilirdi. Karambole hayatının iç sıkıcı her anının onu gelecekte biraz daha güçlü, biraz daha mükemmel yapacağını unuttuğu anlarda bile reddedemezdi olduğu şeyden pişman olmadığını. Profesörün sesini işittiğinde, pencereden gözlemekte olduğu ve sabah saatlerine göre öfkesi yerini Hogwarts Arazisi’nin üzerine örttüğü hoş beyaz örtüye bırakmış kış havasından dersliğe döndürdü düşüncelerini ve bakışlarını. Her hâlükarda binasına kazandırmayı başardığı yirmi puan, zaten üzerinden atmış olduğu pişmanlık duygusundan iyiden iyiye kurtulmasını sağladığında, Bay Garcia’ya sıcak olduğuna inandığı, fakat hâlâ kafasında dolanan kimi düşüncelerin etkisiyle donuk bir gülümseme ile selam vererek dersliği terk etti.