Out; Başka bir sitede yaptığım kendi rp'mdir. Orada adım Horace Slughorn Megera'dır...
Kargaların bağırışları ile şafak vakti turuncumsu açan güneş gözlerini oynattı. Ve açıldı bir okyanusun maviliği ile bir ormandaki ağacın dalındaki yaprak yeşilliğine sahip gözleri. Ve açıldığı gibi oynamaya başladı. İğrenç karga sesleri gece ile gündüzün arasında dalga dalga yayılırken o da birbirine karışmış kestane ile sarının birleşimi saçlarıyla doğruldu. İçi Meksika’da at üstünde saatlerdir koşturan bir adam gibi kavrulup kasılıyordu. Nedensiz belki de nedenli bir kasılma olabilirdi. O hücre penceresi kadar minik ve bir o kadar da iğrenç pencerelerinden dışarı baktı. Gördü etrafta uçuşan tüm kargalara, gezinen tüm yaratıklara ve uyanan tüm insanlara nispet yaparak kendini belli etmeye başlayan güneşi. Hala şu kuştüyü yastığı olan fakat kendisi demirden olan yatakta doğrulmuş bekliyordu. Takvime baktı; 26 Ocak 1926. Ne kadar saçma bir tarih diye düşündü. Tabii takvimin yanlış olduğundan habersizdi. Hafızasının çok az bir kısmı aklına geldi. Yahu dün 12 Temmuz 1932’deydik diye akıl geçirdi. Doğruydu düşünceleri. Dün 12 Temmuz 1932’ydi. Ve 12 Temmuz’da Horace’ın arkadaşı hatta en iyi arkadaşı bekârlığa veda partisi veriyordu. Şimdi anlaşıldı herhalde bu kafa bulanıklığı. Herhalde içmişti. Fakat biraz kaçırmış olabilir. Çünkü Horace içkiye dayanıklıydı.
Gözleri yeniden kapanmaya başlamıştı. Kapanmaya başlamıştı çünkü uyumak istiyordu. Sonsuza dek uyumak istiyordu. Ama bu imkânsızdı. Yapamıyordu. Bu yüzden de kafasını şaşırmış ve korkmuş bir bebek misali sağa, sola doğru çevirmeye başladı. Gözleri dolaptaki bir nota ilişti. Ve o yamuk gülümsemesiyle gülümsedi. İnci gibi dişleri kapkaranlık odada belli olunca güneş kıskanmış olacak ki tam anlamıyla sarı bir ışık vermeye başladı. Ne keramettir ki güneşin ışınları hiç ama hiç ışık geçtiği görülmemiş pencereye geldi ve Horace’a çarptı. Bundan rahatsız olan Horace gülümsemeyi kesti ve göz testindeki yaşlı bir insan gibi gözlerini kısarak dolaptaki notu okumaya çalıştı. Ki bunda başarılı olacağa benziyordu. Dolaptaki notlara bakmaktan sıkılmış olacak ki gözleri kaydı. En az on şişe Ateşviskisi ve birçok kadeh Kaymak Birası vardı. Hepside doluydu. Dilini çölde uzun süredir su içmemiş gibi kuruyan dudaklarına sürdü. Dudaklarında bir tat hissetti. Zencefilli bira tadıydı bu tat. Dudaklarını iyice yaladı. Sanki dili sıvıya hasretmiş gibi dudaklardaki bütün tadı aldı. Ve tekrar nota döndü. Okumaya kesinlikle başlamıştı;
“ Sevgili Horace. Sanırım içkiyi biraz fazla kaçırdın. Dışarı çıkıp, geldiğimde senin profilin çok kötüydü. Ağzında iki adet Ateşviskisi vardı. Ve onları kafaya dikiyordun. Bu da yetmezmiş gibi Kaymak biralarından kaç tane içtiğini hiç birimiz bilmiyoruz. Biz ayıklar, senin gibi bir sarhoşu zor da olsa buraya cisimledik.
Görüşmek Üzere.
Hector
Ve böyle bir şey olamaz diye homurdanmaya başladı. Omuzlarını hafiften oynattı ve boynunu rahatlatmak için çevirdi. Kırt kırt sesleri her zamankinden fazla çıkmıştı. Ayağa kalkmak istediğinde ayaklarını oynatmaya tenezzül edemedi. Ateş viskilerine hasretle bakışı doğrusu etkileyiciydi. Kör bir kuyuda, kurtarılmayı bekleyen meçhul bir kişi gibi onlara bakıyordu. Horace gerçekten bir üşütüktür. Alkole karşı büyük bir zaafı vardır. Ne kadar içki koyarsan koy hepsini içer. Bu yüzden arkadaşları ona içki kalmadı numarası yaparlar. Bu baş ağrısından sonra yine de o ateş viskilerini ve kaymak biralarını isteyecek kadar garip bir adamdır.
Kendine geldi ve ayağa kalktı. Yalpalayarak yürümeye başladı. Ateş viskilerine doğru ilerleyişi altınlara doğru ilerleyen bir korsan gibiydi. Onları almak için her şeyi yapabilecek gibi bir hali vardı. Rafın üstünden içkilerden bir şişe aldı ve gözleri parıldamaya başladı. Şişenin kapağını açtı. Ve kapağını açmasıyla şişenin kırılması bir oldu. Sanırım bir büyüyle kırdılar. Şişeye baktı ve gözleri doldu. Ardından şeytani bir yüz ifadesi büründü. Şişeyi elinden attığında elinde asası ile bir kadın gördü. Bir kadın mı gördü? Sarı ve kıvırcık saçlı, tılsım yeşili gözlü, orta boylu ve kilolu bir kadın… Giysisinin modasına bakılacak olursa 50-55 yaşlarındadır. Bu kadın kim olabilir derken Horace’ın gözleri büyüdü ve “No. Can not” dedi. Sanırım bu kadını tanıyordu. Ve zoraki bir gülümsemeyle “Hoş geldin Anne.” Dedi. Anne mi? Anneler tam bir baş belasıdır. Tabii yanlış şeyler yaptığın takdirde. Annesi de kafasını oynatarak “Hoş bulmadık Horace. Bir sokak ayyaşı gibi arkadaşların tarafından eve getirildin. Hatırlıyor musun bilmem ama bizim mahallede George amcan vardı. Bizim domuz kafası barında hep içer sonra eşini ve çocuklarını döverdi. Senin de sonunun o olmasından korkuyorum Horace” dedi. Eminim ki Horace annesi için ne kadar mızmız diye düşünüyordur. E, sanırım haklı. Çok konuşacağa benziyor. Horace annesine ve eve bakıyor. Neden bakıyorsa. Ardından asasını çıkarıyor ve annesine o sarhoş aksanıyla “Haklısın. Bir daha olmaz” diyor. Boşu, boşuna çıkardığı asasını yerine koyuyor. Kucağına alabildiği bütün içki şişelerini koyuyor ve "Bonne journée!" deyip cisimleniyor.
Horace’a dönmek gerekirse o yine bir eve cisimlenmiş. Hangi ev olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Ama boş bir ev olduğu kesin. Ateş Viskilerini kucağından indirdi ve açtı. Ve hepsinden tatmaya başladı. Bu sırada buradaki takvimde gözüne ilişti. Evdeki takvim tarihi ile aynıydı. 26 Ocak 1926!
Horace ateş viskilerini bıraktı ve hole doğru koştu. Hatırlamaya çalıştı. Her şeyi hatırlamaya çalıştı. Doğum Tarihini düşündü. 5 Mayıs 1907 doğum tarihiydi. Demek ki 1926’da 19 yaşındaydı. Aylar ise kafa karıştırmıştı. 26 Ocak 1926, 26 Ocak 1926… Hiçbir şey ifade etmiyordu. Holden uzun bir koridora doğru yol aldı ve portreleri gördü. Portrelerin en büyüğünde “Sir Thomas Garcias Aberfoth Vabreka (6 Eylül 1886- 26 Ocak 1926)” yazıyordu. İnanılmaz bir şey. Bir günde üç defa 26 Ocak 1926 tarihiyle karşı, karşıya kalmıştı. Hiçte tesadüfe benzemiyordu. Ve koridorun sonundaki oda kapısının üzerinde “T.G.A.V” yazıyordu. Çok basit bir Kriptoloji örneğiydi. T.G.A.V’nin odası burasıydı. Yani Thomas Garcias Aberfoth Vebraka’nın odası burasıydı. Nerden, nereye gibi oldu fakat Horace bunu eğlenceli bulmaya başlamıştı. Ağır ve istekli adımlarla odanın kapısını açtı.Odanın kokusu babasının odasının kokusuyla aynıydı. Oda çürümüş ve hatta duvarları sarmaşık sarmıştı. Bakımsızdı ve yerlerdeki tahtaların çoğu kırıktı. Sarmaşık tutmayan duvarların tuğlaları gözüküyordu. Ve bu rezil odanın ortasında ay gibi parlayan bir şey vardı. Bir düşünseli orada duruyordu. Fakat anı şişelerinden birinin parlaması o kadar göze çarpıyordu ki. İnanılmaz bir parlamaydı. Hengâmeler kopmuş gibi gözüken odanın güneşi gibiydi. Tam böyle dediğinde güneşin ışınlarından biri pencereden girdi. Tabiat ana son günlerde çok kıskanç olmuş diye düşündü. Ve işin asıl kısmına geçti. Anı şişesini aldı ve zarifçe düşünseline bıraktı. Kafasını da yavaşça soktu.
Ve düşünselinde bir tarih belirdi “26 Ocak 1926”… Yağmurlu bir günde siyah elbiseli ve yalnız bir bayan sokakta ilerliyor. Neresi olduğunu anlamak güç değil. Burası Moskova. Yüzünde matem perdesi var. Sanırım yas tutma zamanı. Sokaktan çıktığında Kızıl Meydana varıyor. Kızıl Meydanın profili oldukça açık. Her yerde Stalin posterleri var. Ve kızıl ordunun orak-çekiçli komünist askerleri meydanlardan geçiyorlar. Geçerken Milli Marş enternasyonal marşı da söyleniyor. Madam askerlerin geçişini bekledikten sonra gizlice katedrale giriyor. Ve Meryem’in ağladığı tablonun önünde diz çöküp, dua etmeye başlıyor. O dua ededursun yağmur neredeyse fırtına halini alıyor ve kara bulutlar doluşuyorlar. Kapkara izler bırakarak geliyorlar ve dua eden bayana gelen yeşil ışık bayanı öldürüyor. Bayan Yüce İsa’nın bakışları arasında can veriyor. Kara hizalar giderken kısık ve boğuk bir ses geliyor. “Katherina”… Sadece bu duyuluyor. Horace başını düşünselinden çıkarıyor ve tekrar ediyor “Katherina”… Annemin ve Babamın hep uzaklarda diye bahsettikleri teyzem “Katherina”… Horace’in gözlerinden yaşlar damlıyor. Ve oracıkta son bir kez tekrar ediyor göz yaşlarıyla “Teyzem Katherina”…