Ne kadar sıkıcı bir gün…
Yeni bir hayata atılmak ve geride kalan her şeyi unutmak için taşındığım yeni şehir: New York
Hani derler ya ‘ah New York şöyle New York böyle’ yanımda kimse olmadan sıkıcı geldi bana. Ayna gibi beni karşımda yansıtan kocaman gökdelenler, adeta manken olmak için yaratılmış düzgün bedenli, kırmızı dudaklı, uzunca boylu kızlar, kendilerine bakan ya da bakmaya çalışan erkekler, içinde dünya kadar kıyafet barındıran moda dünyası New York’un dükkanları, mavi, krem, pembe, beyaz eski görünümlü ama bakımlı binalar, caddenin başından metrelerce öteye kadar giden kahve kokuları ve caddenin ortasında kıpırdamadan duran, adeta bir moronmuşçasına etrafı seyreden ben…
Kahve demişken yanı başımda duran bir kafeye giriyorum ve ölüp bitebileceğim, tadına hasta olduğum cafe latte sipariş ediyorum. Etrafıma bakıp olup bitenleri izlemeye çalışıyorum ama bu şehrin yabancısıyım. Daha yeni geldim ve öğrenecek bir sürü şey var…
Eski bir gramofona yine eski bir plak koyuyorlar. İlk önce piyano sesi duyuyorum, daha sonra da solistin sesini.
Kendi kendime ‘bu şarkıyı biliyorum ama kim?’ diye soruyorum. Fakat cevap ortalarda yok; belki de yanlış hatırlamışımdır. Latte’mden bir yudum alıp karşımda oturan insana bakıyorum. Bakımlı gözüküyor. Kirli sakalları ve pahalı gibi görünen takım elbisesi var. Evet kendine bakmaya çalışan bir adam daha. Elindeki gazeteyi okuyor dikkatlice. Gözleri de mavi; en sevdiğim renk. Benim ona baktığımı fark edince o da bana bakıyor. Hafif bir tebessüm edip önündeki kahveyi bana doğru kaldırıyor; şerefe dermişçesine. Bende ayıp olmasın diye kaldırıyorum ama kaldırış o kaldırış; her zaman başıma bir şey gelmesini sağlayan sakarlığım iş başına koyuluyor ve kahveyi üstüme döküyorum.
-‘Ah!’
Kahve çok sıcak. Daha yeni aldığım kot pantolonumda kahverengi bir leke oluşuyor. Önümdeki kalp desenli peçeteyi alıp silmeye çalışıyorum ama nafile. Karşımdaki adam büyük bir hızla yanıma gelip peçetelerle masayı siliyor. Üstümdeki lekeyi görünce kaşlarını çatıyor ve iyi olup olmadığımı soruyor.
-‘Hanımefendi iyi misiniz? Yanmadınız umarım.’
-‘Teşekkürler iyiyim şu leke üstümden geçse daha da iyi olacaktım ama…’
Gülüyor ve gülümsemesiyle ağzı hafif açılınca bembeyaz dişlerini görüyorum. Gerçekten inci gibi ve bembeyazlar; dişlerini fırçalıyor. Bu bir artı; çünkü dişlerine özen göstermeyen erkeklerden nefret ederim. O da peçete alıp silmeye çalışıyor; kalp desenlerini görünce de alaycı bir gülümseme atıyor. Lekeye bastırıyor ve elimi elinin üstüne koyup gerek olmadığını söylüyorum.
-‘Beyefendi gerçekten hiç gerek yok zaten pek belli olmuyor.’
Bunu söyledikten sonra kocaman ellerinin arasındaki peçeteyi yuvarlak masanın üstüne koyuyor ve ayağa kalkıyor. Gerçekten uzun. Baştan sona onu inceliyorum ve benim tipim olduğunu görüyorum. Yanımdaki ahşap pembe ve yeşil çizgi desenli sandalyeye oturuyor.
-‘Adım James.’
-‘Benimkide Zoey’
Diyorum ve uzattığı eline karşılık olarak ben de elimi uzatıyorum. Kocaman ellerinin içinde elim kayboluyor ve çok sıcak avuç içleri içimin de ısınmasını sağlıyor.
-‘Nerede kalıyorsun? Akşam buluşabilir miyiz?’
Ne kadar da hızlı çıktı. Ama bunu daha önce duymuştum: New York’un erkekleri çapkındır.
-‘Imm… Şey ben New York’a daha yeni taşındım. Evim de Black Caddesi’nde.’
Diyorum. Bilerek ‘akşam buluşabilir miyiz?’ sorusuna cevap vermiyorum. Nerede, ne zaman, neler olacağını bilmek zordur değil mi?
-‘Anladım. Black Caddesi güzel ve pahalı bir yerdir. Peki akşam buluşabilir miyiz?’
Israrla soruyor, kaçış yok.
-‘Olabilir a…’
Daha sözümü bitirmeden:
-‘Tamam, o zaman saat 6’da seni Black Caddesi’ndeki Starbucks’ın önünden alırım.’
Diyor ve yanağıma bir öpücük kondurup çalan telefonuna bakıyor.
-‘Efendim karıcım.’
Bu sözü duyduktan sonra siyah, rugan, Gucci marka çantamı alıp; büyük bir hışımla cafeyi terk ediyorum. Christian Loabution’in uzun topuklu ayakkabısı ile yürürken ayağım takılıp düşüyorum.
-‘Ah popommm!’
İçimden ikinci kelimeyi keşke söylemeseydim diyorum ama ağzımdan çıkıyor. Bütün cafe bana dönüp bakıyor ve gülüyor. Durumum içler acısı; rezil oldum. James denen herif telefonu kapatıyor ve bana dönüp koşmaya başlıyor. Elimden tutup kaldırmaya çalışıyor.
-‘Bırak pislik herif, hayvan! Beni kandırdın!’
Kendi gücümle kalkıp arkama bakmadan koşmaya başlıyorum. O da arkamdan koşuyor ama daha sonra bırakıyor.
Biraz sonra evime geliyorum. Ucunda ruj minyatürü olan anahtarlığımla kapıyı açıp içeri atıyorum kendimi. Ama ağlamayacağım; çünkü erkekleri ağlamaya değer görmüyorum. Üstümü çıkarıp Victoria’s Secret marka geceliğimi giyiyorum. İçimde de Victoria’s Secret marka iç çamaşırım var. Gerçekten ama gerçekten marka hastalığım vardır. Her şeyi kaz tüyünden yatağıma girip derince bir uykuya dalmaya çalışıyorum ama bir anda gözümün önüne James’in sarı saçları, mavi gözleri, sıcacık elleri, kirli sakalı ve uzun boyu beliriveriyor. Çok tatlı olduğunu düşünüyorum ama metresi olmaya da yanaşmam. Karısı nasıldır diye düşünüyorum; ama benden daha çekici, güzel ve iyi olabileceğini sanmıyorum. Kendime oldukça güveniyorum; her konuda. Yanı başımda duran pembe masa saatime bakıyorum: saat 5
Buluşmaya 1 saat kalmış; ama gitmeyeceğim. Esniyorum ve ağzımdan kahve kokusunun çıktığını hissediyorum. Batmakta olan güneşin turunculuğunun gölgesinde yeşil gözlerimi kırpıştırıyorum. Yeşil gözlerimle buluşan güneş tıpkı bir çocuk gibi oradan oraya; duvarlarıma yansıyor. Güneşin bu oyunu ve sıcaklığı karşısında mayışıyorum ve uyuyakalıyorum. Yaklaşık bir buçuk saat sonra kapım çalınıyor. Esneyip gevşeyerek yataktan kalkıp kapıya gidiyorum. Israrla zil çalıyor. Kapıyı açınca James ile karşılaşıyorum. Evimi nasıl bulmuş olabilir ki? Belli ki başkalarına sormuş. Tam kapıyı kapatacakken kaslı kollarıyla ittiriyor ve:
-‘Bak Zoey hiçbir şey bildiğin gibi değil! Beni dinlemelisin!’
Diyor. Sanki ne dinleyeceksem…
-‘Dinlenecek ne var ki James!’
Diyorum büyük bir kızgınlıkla. Ben geri gittikçe o da üstüme yürüyor. Gidecek başka bir yerim kalmadığından duvara yaslanıyorum büyük bir korkuyla. Üzerime bir psikopat gibi gelen James açıyor ağzını:
-‘Karıcığım diye açtım telefonu çünkü henüz karımla boşanmadık! Boşanma davası açıldı ve biz bekliyoruz. Ben onu sevmiyorum!’
-‘Peki öyleyse.’
Diyorum ve kapıyı gösteriyorum; çıkmasını bekliyorum. Ama o kollarımdan tutup bana doğru yaklaşıyor. Kaçacak yer arıyorum; kollarının arasından kurtulup yatak odama kaçıyorum. Arkamdan geliyor.
-‘Zoey! Ben sana gerçekten aşık oldum. Seni kullandığımı düşünme sakın o kadınla ayrılacağız. Lütfen! Lütfen bana bunu yapma. Biliyorum olayı dramatize etmek istemem ama benimkisi ilk görüşte aşk.’
Diyor ve yanıma oturuyor; yatağımın üstüne. Gülmek istemiyorum ama söylediği şeyler de komik geliyor. Hiçbir şey diyemiyorum. İçimden bir parça ona inanmamı bir parça da ona güvenmemem gerektiğini söylüyor. İnanmam daha ağır basıyor; hislerimde bunu söylüyor. Tüm saflığımla kafamı sallıyorum tamam dercesine. Kafamı sallarken kâküllerim de sallanıyor. Onları çok seviyorum; çünkü bana çok yakışıyorlar. Dişlerimle kırmızı dudaklarımı ısırıyorum. Gözlerim ağırlaşıyor ve kapatıyorum. James elleriyle çenemi tutuyor ve kendine döndürüyor. Nefesi adeta bir parfüm gibi yayılıyor etrafıma. Pembe dudaklarını öpmek istiyorum. İçimden geçenleri okumuşçasına küçük bir öpücük konduruyor dudaklarıma. O kadar tatlı, güzel, şehvet dolu ki… Görüyorum ki kırmızı rujum dudaklarında kendine yer bulmuş. Beni yavaşça itip yatağa yatırıyor. Kendisi de yavaşça üstüme geliyor. Beni incitmek istemiyor belli. İpek gibi kahverengi saçlarımın arasında ellerini dolaştırıyor. Daha fazla beklemek istemiyorum çünkü onu çok arzuluyorum. Bende sarı saçlarını elliyorum ve kendime doğru itiyorum kafasını. Daha sonra o kadar güzel bir öpüşme başlıyor ki kendimi cennetin bir köşesinde mutlu ve huzurlu, sevgi dolu oturur gibi hissediyorum. Ağzımın içine nefesi dağılıyor. Çok zevkli, tutkulu ve güzel. Hayatımın en güzel öpüşü; bana dokunan bir melek gibi değiştirmeye geliyor hayatımı. Yatağın içinde kozasından çıkmayı bekleyen bir kelebek gibi küçülüp birbirimize yetmeye çalışıyoruz. Sadece bir öpüşünde her şeyi hissedebiliyorum: tutkuyu, aşkı, zevki, şehveti, güzelliği, mutluluğu… Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Yaptığımızın yanlış olduğunu biliyorum; ama zaten günahkâr olan dünyada bunun bir ayıp olmadığını düşünüyorum. Kendimi ona teslim etmeye hazırım. Biraz sonra kayboluyorum nefesinde; denizin derinliklerinde bulunmayı bekleyen inci tanesi gibi…
[başka bir rp sitesinde yaptığım rp'dir.]