Münih
Gecenin
karanlığında bastığı satranç taşı yüzünden ayağından bedenine büyük bir
sancı yayılmıştı. Ama ışığı açmaya gerek duymadı. Topallaya topallaya
yatağına gidip uzandı. Hala burnundan soluyordu. Gözlerini kapayıp biraz
sakinleşmeye çalıştı.
Zorla odasına göndermişlerdi ama
nasıl uyuyabilirdi ki bu durumda? Babası yan odada ateşler içinde
yatıyordu. Şehrin önemli şifacıları başında toplanmıştı. Frederik de
babasının başında durmak istiyordu, onun iyileştiğini görmek istiyordu.
Ama ne şifacılar izin vermişti buna, ne de amcası. O da sinirle odadan
çıkıp kendini odasına kapattı. Aklı bütün gece babasında kalmıştı.
İçinden, iyileşmesi için dua ediyordu. Düşünmek istemiyordu ama babasına
bir şey olursa buna asla dayanamazdı. Annesi öldükten sonra babası
sahip çıkmıştı Frederik’e; bu yüzden de babasına aşırı bağlıydı. Şimdi
de babası yaşam savaşı veriyordu. Onun bir gün ölebileceğini asla kabul
etmek istememişti. Bu yüzden düşünceleri hayli bulanıktı. Ama bir süre
sonra uykusu gelmeye başlamıştı; deli gibi çalışmıştı kafası, artık
yoruluyordu. Bir süre daha direnmeye çalıştıysa da başarılı olamayıp
uzandığı yatağında uyuyakaldı.
…
Pencereden sızan
güneş gözkapaklarını aşıp gözünü rahatsız ediyordu. Biraz daha sıkı
kapatmaya çalıştı ama nafile, artık uyanmıştı. Bir an babası geldi
aklına. Hızla yataktan fırlayıp nasıl olduğunu öğrenmek için odasından
çıktı. Ama kapıdan çıkar çıkmaz yengesine çarpmıştı. Yengesinin yüzünü
görebilmek için biraz geri çekilip başını kaldırdı. Yüzü kıpkırmızı
olmuştu yengesinin, yeni ağladığı belli oluyordu. Daha ne olduğunu
anlayamadan babasının bulunduğu odanın kapısının önündeki amcasını fark
etti. İfadesiz bir suratla önüne bakıyordu. Başını kaldırıp Frederik'i
farkedince gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Artık ne olduğunu
anlamıştı. Gözlerini heyecanla açıp babasının odasına fırladı. Amcası
tutmaya çalışmıştı ama Frederik daha hızlıydı. Babasının yattığı yatağın
başına gelip bağırmaya, onu sarsmaya başladı.
“Papa! Papa! Uyan!”
“Komm herr Frederik! Er kann nicht mehr aufwachen!
(Buraya gel Frederik! O artık uyanamaz!)”
Amcası
kolundan tutup onu çekmeye çalışınca kolunu sert bir şekilde silkeledi.
Kabul etmek istemiyordu. Babası oracıkta uyuyordu işte! Frederik’in
gelip onu uyandırmasını bekliyordu. Amcası artık daha sert çekiyor ve
yavaş yavaş onu odadan çıkarıyordu. Frederik hala babasına sesleniyordu.
Ama artık odadan çıkmıştı, babası da bu vaveylaya bir tepki vermemişti.
Amcası sakinleştirmek için bir şeyler söylüyordu Frederik’e, ama onu
duyacak durumda değildi. O hala babasına ulaşmaya çalışıyordu. Yaşadığı
şok yüzünden babasının ölmediğine inanıyordu.
“Tobias, sakin ol!” Frederik’in
ailesi İngiltere’yle çok yakın oldukları için her birey İngilizce
konuşabiliyordu, Frederik de babasından hoş bir lehçeyle İngilizce
öğrenmişti.
“Bırak beni amca!”
“Er starbt! (O öldü!)”
“NEİN!”
…
6 Ay Sonra ~ Londra
King’s Cross
denen yer burasıydı demek. Babasından ve amcasından birkaç kere duymuştu
burayı, özellikle son günlerde sık sık amcasından. İngiltere’deki
büyükbabasının yanına yerleştiriliyordu Frederik. Amcası ve yengesi
resmen başlarından savıyorlardı onu. Sözde Hogwarts’ta daha iyi eğitim
görecekti. Amaçlarını iyi biliyordu Frederik, amcasının ailesi de
büyümüştü artık, yengesi yeni doğum yapmıştı. Onları anlıyordu ama bir
yandan da öfkesini yenemiyordu. Ona babasını hatırlatan Almanya'dan
ayrıldığı için memnun olsa da, büyükbabasının yanında yaşamaya da
istekli değildi. Onu hatırlamıyordu ama en son annesinin cenazesinde bir
araya geldikleri söylenmişti.
Amcasının
dediğine göre büyükbabası cenazede pek ilgi göstermemişti Frederik'e.
Nedeniyse üzüntü vericiydi. Frederik'in annesi, Elizabeth, babasına
karşı gelip sevdiği adamla Almanya'ya kaçmıştı. Babası bu yüzden ona ve
ailesine darılmıştı. Annesi ne kadar barışmaya çalışsa da onu geri
çevirmişti. Kızı hastalandığında cenazesine yetişebilmişti ancak.
Frederik'i İngiltere'ye götürebilmek için babasından izin istemişti. Ama
Frederik'in babası buna izin vermemişti.
İşte şimdi,
ebeveynsiz kaldığı için büyükbabasının yanına gönderiliyordu. İstasyonda
diğerleri bir sağa bir sola bakınırken o somurtup yere bakıyordu. Ama
en sonunda, yengesi amcasını uyardığında merakla başını kaldırdı:
“Manfred, işte orada!”
Yengesinin
işaret ettiği yere baktı. İrice bir adam etrafına bakınıyordu. Bir an
sonra onları farketmişti. Hafifçe gülümseyip yürümeye koyuldu. Frederik
uzun süre büyükbabasını inceledi. Çok uzun boyluydu. Saçları hafif griye
çalan bir beyazlığa sahipti. Yüzünde yaşına göre az kırışıklık vardı.
Gözleri yeşildi -annesinin gözlerinin de yeşil olduğunu hatırladı. Rahat
yürümesine rağmen sağ elinde hoş bir baston tutuyordu. Giyimi ilgi
çekiciydi, yakışıklı sayılabilecek biriydi bu adam -yaşına rağmen.
Frederik tek kaşını kaldırıp biraz daha süzdü büyükbabasını. Büyükbabası
ise yanlarına gelmişti bile, amcasıyla soğuk bir şekilde tokalaştılar:
"Hoş geldiniz Bay Mayer."
"Merhaba Bay Bennet."
Büyükbabası
Frederik'in onu incelediğini görünce gülümseyip göz kırptı. Ama Frederik
hemen gözlerini kaçırıp kalkan trenlerden birini incelemeye başladı.
Büyükbabası eğlenceli bir tipe benziyordu ama yeni tanıştıklarına soğuk
davranan biriydi Tobias, bu huyunu babasından aldığı söylenirdi.
İzlediği tren uzaklaşırken büyükbabası bu sefer ona seslenmişti.
"Nasılsın Tobias?"
"İyiyim, teşekkürler." dedi, bir an büyükbabasına bakıp tekrar gözlerini
kaçırmıştı. Büyükbabasıysa gülüp saçlarını karıştırmıştı. Artık
amcasından ayrılmanın vakti gelmişti. Büyükbabası amcasıyla tekrar
tokalaştı. Frederik'se hem yengesine, hem de amcasına sıkı sıkı
sarılmıştı. Onları özleyecek miydi bilmiyordu. Artık yeni bir hayat
bekliyordu onu, babasının acısı yüreğinde hala tazeyken büyükbabasıyla
istasyonun çıkışına yöneldi.