On yedi ya da on sekiz yaşındaydım. Macera tutkunuzun en üst seviyede olduğu ve kendi düşünceleriniz dışında başka fikirlere yer vermediğiniz o sorunlu çağdaydım anlayacağınız. Farklı insanları uzak tutardım kendimden yapım gereği. Kendimi beğenmişliğimden değildi bu öyle yetiştirilmiştim. İnsanlar kendini beğenmişin teki olduğumu söylediğinde ki her fırsatta dile getirirlerdi, asla neden böyle olduğumu sorgulamadım, değişmeye çabalamadım. Uyutmak için bana söylenen masum ninnilerde bile özel olduğum tekrarlanırdı. Kimse bilmiyor ama benim burada olmamı o saf gibi görünen ama şeytanın kızına dönüşmemi ninniler sağladı. Daha doğrusu bu onların suçu. Hata hem de büyük bir hata. Annem sarı saçlarını geriye atıp ince kollarıyla beni sardığında, hep farklı olduğumu söylerdi bana. Anlamamıştım neden her fırsatta bunu dile getirirlerdi? Neydi beni farklı ve özel kılan? Bir tek ben vardım bu koca dünyada aklı çalışan. Çünkü nedenini bilmiyor olsam da bana öğüt vermeye çalışan farklıyım. Bunu insanlara baktığımda görüyorum onlardan değilim ben. Şimdi hemen önümde yerde yatan kafası kabak gibi ortadan ikiye yarılmış adamdan da farklıyım. Aramızdaki fark onun ölü oluşu değil. Ben Fransız dadımın deyimiyle “Consacré”, yani adanmış. Neden özel olduğumu biliyorum. Yaşama saygım yok benim sonsuz kibrim var merhametimi yiyip yok eden. Kimseyi dinlememeyi adet edinmiştim ama benim hatam değildi. Şimdi düşünüyorum da, evet düşünmek için çok yanlış bir an, hem çok geciktim, az da olsa dinleseydim iyiliğimi düşünen insanları, burada olmazdım. Işıklar sönmezdi, gittiğim yolu görürdüm. Sapmazdım doğruluktan en büyük ilkem olan adaletten. Hep derlerdi ben bitkibilimci olmamalıymışım. Hem zeki hem de adalet takıntısı olan biriyim başkalarına göre politikaya atılmam gerekliydi. Benim gibilere ihtiyaç duyuyormuş yaşlı ve kanla yıkanmış dünyamız. İnsan hayatının kutsallığına kalpten inanan biri olarak bunu başarabilirmişim. Değişimi başlatmak ellerimdeymiş.
Bunları neden düşündüğüm hakkında en ufak bir fikrim yok. Anlamı da yok bundan sonra, istesem de gerçekleşemez. Sadece hayal, bir çeşit canlı rüya. Anılara dalmanın anlamı yok benim için. Tek yapmam gereken bu pis sokaktan bir an önce çıkıp kaderimi kabullenmiş gibi yapıp gülümsemeye çabalamak. İstemesem de dönüyorum başlangıca.
Gittiğim kolej başarılı öğrenciler arasında kura çekmiş, seçilenleri araştırma gezisi için Hindistan’a yollamıştı. Beş arkadaştık. Üç erkek iki kız koyulmuştuk yola. Onları tanıyor olmamın büyük bir şans olduğunu düşünmüştüm ilk başlarda. Bu aşrı bir güven duymama sebep olmuştu kendime, o yüzden hiç tanımadığım birine sormuştum kaderimi.
Maymunlarla dolu caddelerde yürürken denemek için sokak satıcılarından aldığımız geleneksel yemekleri bir an önce midemizden atabilmek amacıyla hızla uzaklaşıyorduk ana caddeden. Otantik kokular midemi bulandırmaya başlamıştı. Aklımda hep baharat kokacağı vardı sokakların. İngiltere’de Hint esintisi diye satılan kokuları yakıştırmıştım bu egzotik ülkeye. Bulduğumu aksine yani. Minicik, kıvrık burunlu insanlar vardı sokaklarda; gülümseyen yüzlerini kanmıştım, sevmiştim bu ülkeyi. Ne büyük yanılgı! Birden karşıma çıkan ufak tefek, kambur kadını görmemiş, hızla çarpmıştım yaşlı bedenine. Esmer tenine karşın masmavi gözlerini bana dikip falıma bakmak istediğini söylediğinde içimden bir ses bunu yapmam için yalvarırken diğeri şiddetle karşı çıkıyordu. Sırtının o halde olmasına sebepmiş gibi görünen bohçasını yere bırakmıştı bile. Ben daha ağzımı açamadan göçebe olduğunu tahmin ettiğim kadın, sol avucumu kirden simsiyah olmuş eline alıp uzun süre bakmıştı bir şeyler mırıldanarak. Gözleri dev gibi olmuştu avucumdaki çizgileri tırnaklarıyla takip ederken dudakları ağır ağır oynuyordu. Elimi çekmek istediysem de kızgın bir panter çevikliğiyle tekrar almıştı elimi. Sanki söylemek istedikleri vardı ve mühürlenmişti çatlamış dudakları. Yavaşça başını kaldırdı, elimi sanki iğrenç bir paçavrayı bırakır gibi geri ittirdi. Bradley’in beni çekiştirdiğini fark etmiştim ama ayaklarım oraya yapışmıştı sanki. Kaderimi o kadının bilme ihtimali değildi beni orda tutan yalnızca mistik şeylere olan takıntımdı. Başparmağını alnıma dayayıp gözlerini kapadığında tek düşündüğüm oyunbaz kadının küçük elindeki kirin suratımla temas ediyor olduğuydu. Ne söyleyeceği umurumda değildi aslında.. Biri durduk yere size böyle bir şey derse anlam veremezsiniz, normali budur. Gözlerinde oluşan nefreti kelimelerle ifade edemiyorum. İlk defa kendimden korkmuştum o gün. Sadece ne demek istediğini sormuştum kibarlıkla. O kadın sinirlerimi bozuyor olsa da ben nazik bir kızdım Kadın gözlerini elleriyle kapayıp, falıma bakmak için yere bıraktığı bohçayı sırtına attı. Beni şikâyet eder gibiydi görünmeyen varlıklara. Dostum dediğin insanın sana korkuyla bakması çok acı vericidir. Bradley mavi gözlerini kaçırıyordu benden. Haklıydılar aslında. Hindistan’dan döndüğümüz gün okuldan kaydımı aldırıp Amiş teyzemin yanına, Ohio’ya yerleşmiştim. Güçsüzdüm o kadar savaş vermiştim ki kendimle, çıldıracağıma o kadar inanmıştım ki korkarak bu yere gelmiştim. Günlerce hiçbir şey açmadan sadece Hindu türküleri söyleyerek zamanımı geçirmeye başladığımda kararlaştırmıştım gelmeyi. Annem sonuna kadar karşı çıktıysa da… Hiç zorlanmadım dersem yalan olur çünkü en büyük sevdamdan vazgeçmiştim, müzik dinleyememek beni çıldırtıyordu. Düğmesi dahi olmayan düz kesim siyah elbiselerle dolaşıp, saçlarını görünmeyecek bir biçimde başlığa tıkıştırmak beni en az rahatsız eden şeylerdi. Teknolojiden uzaktım, fermuarı bile teknolojiden sayan insanlarla yaşamanın zorluğunu siz düşünün artık. Çoğu kez at arabasıyla yolculuk edilirdi. Onların günahkâr diye adlandırdıkları asıl normal olan insanlara bir şeyler satarken, neden bunu yaptığımı daha iyi anlamıştım. Koşuşturmaca yıpratmıştı beni. O aptal kadının söylediklerini kafaya bu denli takıp, aptalca şeyler yapmam stres yüzünden harap olan sinirlerimin suçuydu.
Şehrin kilometrelerce uzağındaki bu ıssız semt bile ne kadar gürültülü gelmişti adım attığım da, yani üç saat kadar önce. Tek ses kaynağı güçsüz bir pervaneydi hemen üstümde duvara takılı olan. O bile bana cehennem azabı gibi gelmişti. Köyümüzdeki doğal ve rahatlatıcı hayvan seslerinin ruhumda oluşturduğu sahte arınmışlık duygusu beni ilk kez şimdi rahatsız ediyor. Hemen ayrılmalıyım buradan.
O gün orada benimle olan Bradley, Stephen, Sam ve büyüleyici güzellikteki Rus arkadaşım Maria ile bir daha görüşmedim. Ne seslerini duydum ne de bir satır dahi bir şey okudum onlardan. Attıkları mektupları dahi yırtıp yakmıştım.
Bradley kapımı çaldığında öğleyi biraz geçiyordu. Güneş, yeşilden başka herhangi bir rengin olmadığı uçsuz bucaksız araziyi aydınlatırken ben elimdeki çamaşırları bahçedeki ipe asıyordum. Dudaklarımda bir halk ezgisinin umutlu sözleri vardı. Küçük kuzenlerimin minik elbiselerine baktıkça içimde tarifsiz bir acıma duygusu belirdi. Hayatlarını bu anlamsız yerde geçireceklerdi, ot gibi yaşayıp en sonunda buradan çıkmamış olmanın pişmanlığıyla göçeceklerdi dünyamızdan. Çorapları asarken az sonra misafirlerin büyük eğlence için evimize geleceğini hatırlayıp aceleyle eve girmiştim. Misafir geldiğinde çıkarılan, altın rengi kapağıyla insanı kendine çeken sarı yapraklı İncil’i odaya koyarken zihnimde evirip çevirdiğim düşünce bu kez orada olmak istemediğimdi. Tekrar dışarı çıktığımda, gördüğüm şey yüzünden çığlık atmak istediysem de mideme geri gönderdim. Gözlerindeki acımayı görmek beni delirtmişti. Baştan sona süzerken beni eski halimi hatırlamıştı belli ki, beş sene önceki çılgın beni.Rüzgârın korkularımı alıp götürdüğünü hissediyordum, kalbimin üstündeki acı veren ağır kütle kalkmıştı sanki. Ellerimdeki çamaşırları yavaşça toprak yüzeye bıraktıktan sonra onun peşinden gitmiştim. Hiçbir eşya almadım. Sadece kendimi getirdim buraya, Hindistan’a.