Outr: İlk başta belirtmeliyim ki, iki farklı rp koyacağım. Biri imitation, biri ise gece evi konuluydu...
1. Josephine Le Jeune
Bir günün daha bitimine girerken; odasının büyük kapısını aralayan Josephine, rutin bir şekilde içeri girdi. Çoğu zaman oturup düşündüğü, yağmur yağdığında kitap okuduğu büyük pencerelerin yanındaki sallanan sandalyesinde oturup perdeyi aralayarak maziye dalmaya hasretti şu son kaç gündür. Perdeyi aralayıp; dünden bugüne yaptığı hataları, utanç kaynaklarını, başından geçen tüm güzellikleri ve bu tüm duyguların bedenini sarmalamasına izin verdiği aşkını, kalbinde yaşatmayı severdi. Odasının mekanından ilerdeki sefillik kokan sokakları gördükçe benliğinin her daim farkına varır, kim olduğunu unutmazdı hiçbir zaman. Kendisinin on üç senedir içinde bulunduğu bu güzel ve süslü hayattan öncesi, onun kişiliğini bulmasında önemli bir rol oynamıştı. Fakat hayattan beklentisini düşük tutmayı çok sonradan öğrenmişti Joseph.. Zira hayat, verdiği kadarını çalarak insanların her utancında eğlenir; başkalarının acılarından bir tavernadaymış gibi zevk duyardı... Josephine'nin de bu dertten muzdarip olduğu; kalbi yerine doluşan kelebeklerin verdiği barizlik kadar açık ve netti. Kaderi, kalbini çalmıştı onun. Kurtarılan kalbini alıp, kurtarıcısına armağan etmişti... Bu kadarla da kalmamış, ailesinin bir mensubu olmasını sağlayarak işleri sarpa sardırmıştı hayat. İşte, böyle bir umutsuzluğun içinde bile kalbini geri almaya, istemeye cürret edemiyordu Joseph. Yüzünde güller açmasını sağlarken içinin kan ağladığını belli etmeyecek kadar hayattan çok tokat yemiş, artık ustası olduğu bu aşk maskesinin içinde kimi zaman yitip gitmişti... Ama hiçbir zaman yüreğini geri çekmemişti, kimine göre aptalca olan bir aşk oyununun ortasından... İlk yüreğini sürmüştü oyuna, sonra tüm ruhunu ve beliğini... Şimdi geri çekebilir miydi? Bu kadar yakınken onun için tüm gerçeğe, yüreğinin tek sahibine? Hayır, hayat önüne bunun için ne kadar çok fırsat çıkarırsa çıkarsın bunu yapamazdı. Zira aşkı hergün körükleniyor, bir defterde ölümsüzleşen tüm anı ve duygularıyla harmanlanıp koca bir çığa dönüşüyordu içinde...
Karşılıksız bir şekilde, umutsuzca sevmişti işte kaderinin kurtarıcısını, Marcus'u... Kimseye anlatamadığı duygularını, gözyaşlarıyla harmanlayarak anlatmıştı günlüğüne.. Kimi zaman kahkahalar, kimi zaman şüphelerle... Kimi zaman sadece aşkla açmıştı defterini, umutsuzlukla kapatmıştı... Ama yine de sevmişti onu, ümitsizlik içinde... Tek sırdaşını gözü gibi saklar, tüm hayalleriyle tasvir ederdi aşkını. Lâkin ne kadar eğip bükse, çevirse de tek bir beden halinde çıkıyordu hep karşısına... Bundan dolayı hoşnut olmadığı söylenemezdi; zira cehennemini cennete, gecelerini gündüze çeviren birinden nasıl bıkabilirdi ki? İşte, bunların hepsi yazılıydı tek bir defterde.. Ve belki de ölene dek, sırrını tutacaktı bu gizli günlükte... Sahi, bu gizli aşkının yazılı olduğu deri kaplı defteri, en bilmemesi gereken kişi görmüştü evvelden. İçini açmamıştı evet, açtırmamıştı Josephine. Fakat yine de günün bu saatinde, ne ile meşgul olduğunu bir Marcus bilirdi şu ana dek... Bunun sadece bu şekilde kalmasını dilerken, arayıpta bulamadığı defteri, içine kurt düşüren tek bir kişinin odasına doğru koşma dürtüsü uyandırmıştı onda... Odasını darmadağın edipte bulamadığı günlüğünü, Marcus'un ellerinde arayacak, ve büyük olasılıkla dünyası başına yıkılacaktı...
Hızlıca indiği merdivenlerden, Marcus'un odasına doğru koşar adım ilerlerken dua ediyordu Tanrı'ya onda olmaması için defterinin. İki kez tıklatıp hışımla açtığı kapının ardında defterini görünce şoke olmuştu bir anda. Hâlâ bağlıydı defterinin üstündeki kurdelesi, okumamıştı belki de... Fakat kim bilir? Kim bilir, okuyupta yeniden bağlamadığını onu? Aşkının sonunu getirmesi için bu kadar erken miydi? Umutsuzca aradı gözleri Marcus'u. Okuyup okumadığını, yahut okuduysa ne kadarına baktığını, bakabildiğini merak eden kalbi, yuvasına geri dönmüş, hop inip hop kalkıyordu adeta... Kalbi sığınabileceği en son yerdeydi, peki benliği kime, nereye sığınacaktı Joseph'in? Zaten bu ailenin gerçek bir mensubu değildi, bu yüzden buradan kovabilirdi belki de onu... 'Yine de güzeldi...' diye geçirdi içinden... '... Yine de güzeldi, seni ölesiye sevmek....'
'O benim günlüğüm! Senin odanda ne arıyor?!'
Marcus'u gördüğü anda sarfettiği bu sözler, mutsuz çehresini arındırıp yerine sinirli bir ifade oturtmuştu. Ve bu, bir tek onu kandıramıyordu onca zamandır... Her zaman yüzünün ifadesi değil, kalbinin fısıldadıklarıdır asıl gerçekleri benliğinin. Yoksa, nasıl kızabilirdi ki ona gerçekten? Ölümü bile onun elinden olsaydı eğer, nasıl tüm vebalini ona yükleyebilirdi? Hoş; kalbini öldüreceği zamanı çalınca saatler, Joseph'in de ruhunun infazı başlayacaktı elbet. Fakat yine de onu severek ölecekti. Bedeni toprak tarafından emilirken bile; öldüğüne değil, ölümsüz aşkına yanacaktı her zaman yukarıda... Böyle olmaması için dua etmiyor da değildi, ona bir kere daha bakmaya doyamadan ölmek... Ama kendinden önemli değildi hiçbir zaman, Marcus'u incitmek, onu hüsrana uğratmak.. Ama ne olursa olsun, nereye giderse gitsin; ok yaydan çıkmıştı bir kere... Kalbini burada bırakıp, öyle giderdi azamete...
2. Gece evini okuyanlar varsa bilirler, tanrıçanın refakatçisi olan Erebus'un ağzından Nyx için:
Yine harika,cennet gibi bir gün daha... Tanrıçam her zamanki gibi yanımda. Dolunay, bir iple kendimize çekmişiz gibi yakın ve büyük. Muhteşem parıltısı yemyeşil çimenleri yaldızlarken altımızdaki duru okyanus,okyanusun sonunda başlayan gökyüzü, ortasına ışık kümeleriyle işlenmiş gibi duran dolunay, ve gecenin Tanrıçası ile beraberken daha ne isteyebilirim ki!
Nyx'im, resmen dolunayın süzülen ışığının altında insan silüetine bürünmüştü. Siyah ve gür saçları, ayak bileklerine kadar inerken, bacaklarını ve omuzlarını açıkta bırakan tülden elbisesi ile tam bir tanrıça havasına bürünüyordu. Teninin pürüssüzlüğüne uyum sağlayan zarif sesi, insanın başını döndürecek kadar muhteşemdi. Badem şeklindeki iri deniz mavisi gözleri, elmacık kemiklerindeki bembeyaz teninin üstündeki kırmızılık, yine aynı renkte olan eksi dudaklarıyla o akdar benzersiz ve etkileyiciydi ki!
Tüm ay ışığı onun üzerinde toplanmıştı sanki. Gür saçları gecenin bir parçasıymışm gibi ayın loş, fakat huzurlu ışığında parlıyordu adeta. Elini bana doğru kaldırarak uzun parmaklarıyla saçlarımı okşadı. Güzelliği karşısında nutkum tutulmuştu. Aynı şekilde gece ve ayla o kadar bütünmüş gibi duruyordu ki; güneşi kıskandıracak kadar parlak, bulutları kızdıracak kadar beyaz ve mavi gökyüzüne yas tutturacak kadar duru bir güzelliği vardı...
Saçlarımı okşarken, kaybolan silüetine son bir kez daha baktım. Tanrıçam! Hiç bir şair betimleyemezdi onu. Hatta Juliet'in Romeo'ya sarfettiği sözler bile yetersiz kalırdı. Zira yıldızlara bölünemeyecek kadar harikuladeydi. Genenin kızı gibi durması da, zaten herkesi güneşe küstürmeye yeterdi.
Son bir kez süzülen ışıkta yüzünü görünce içimden 'Gitme!' diye haykırmak istedim...'Gitme, gecenin ruhu!...'
Çok geç. Artık 'gitme' diyebilmek için çok geç. Dudaklarını hafifçe bükerek gülümsemişti gitmeden önce. Son bir kez daha gökyüzüne baktım. Dolunayın hemen yanındaki büyük ve parlak bir yıldız, bana göz kırpıyordu adeta...